İçeriğe geç

Mevlana Sözleri – Mesnevi (1. Cilt – 19. Bölüm)

1900. Gül olmayan yerden gül kokusu geldiğini, şarap olmayan yerde şarabın kaynayıp çoştuğunu hiç gördün mü ki?

Koku sana kılavuz ve rehberdir. Seni tâ ebedî Cennete ve kevser ırmağına götürür. Koku, göze ilâçtır, nurunu artırır. Yakub’un gözü, bir kokudan açıldı.

Kötü koku gözü karartır. Yusuf’un kokusu ise göze nur verir.

Yusuf değilsen bile Yakup ol; onun gibi matlûbuna erişmek için ağla!

1905. Hakîm-i Gaznevî’nin şu nasihatini dinle de eski vücudunda bir yenilik bul:

“Naz için gül gibi bir yüz gerek. Öyle bir yüzün yoksa kötü huyun etrafında dönüp dolaşma, nazlanma! Çirkin ve sarı bir yüzün nazı da çirkindir. Gözün hem kör, hem de hastalıklı oluşu müşküldür.

Yusuf’a karşı nazlanma, güzellik iddia etme! Yakub’casına niyaz etmek ve ah eylemekten başka bir şey yapma!

Dudunun ölümünün mânası niyazdı. Sen de niyaz ve yoksullukta kendini ölü yap!

1910. İsâ’nın nefesi seni diriltsin, kendisi gibi güzel ve mutlu bir hale getirsin! Baharların tesiriyle taş yeşerir mi? Toprak ol ki renk renk çiçekler bitiresin.

Yıllarca gönüller yırtan, kalblere elem veren taş oldun; bir tecrübe et, bir zaman da toprak ol!

Allah razı olsun, Ömer zamanında yoksulluk gününde gidip mezarlıkta çenk çalan ihtiyar çalgıcının hikâyesi (Bilmem) işittin mi? Ömer zamanında pek güzel, pek lâtif çenk çalan bir çalgıcı vardı.

Bülbül onun sesinden kendini kaybeder; bir namesini dinleyenlerin şevki, yüz misli artardı.

1915. Meclisleri, cemiyetleri, onun nağmeleri süsler; onun sesinden kıyametler kopardı. Sesi, israfil gibi mucizeler gösterir, ölülerin bedenlerine can bağışlardı.

Yahut İsrafil’e yardım ederdi; onun nağmelerini dinleyen fil bile kanatlanırdı. İsrafil, birgün nağmesini düzer ve yüzlerce yıllık çürümüş ölüye can verir.

Peygamberlerin de içlerinde öyle nağmeler vardır ki o nağmelerde isteyenlere, değer biçilmez bir hayat erişir.

1920. Fakat o nağmeleri his kulağı duymaz, çünkü his kulağı , kötülükler yüzünden pis bir haldedir. İnsanoğlu perinin nağmesini işitmez; çünkü perilerin sırlarına yabancıdır.

Gerçi perinin nağmesi de bu âlemdedir ama gönül nağmesi her iki sesten de yüksektir. Zira peri de, insan da mahpustur; ikisi de bu bilgisizlik ve gaflet zindanındadır.

Rahman Sûresinden “Yâ ma’şaralcinn” âyetini oku; “Tenfüzû testa’tîû “ nun mânasını iyice bil!

1925. Velîlerin içi nağmeleri evvelâ der ki: “Ey yokluk âleminin cüzüleri! Kendinize gelin; nefis yokluğundan baş çıkaran; bu hayali, bu vehmi bir tarafa atın!

Ey Kevn ü fesat âleminde tamamiyle çürümüş canlar! Ebedî canlarınız ne vücuda geldi, ne doğdu!”

O nağmelerden pek az, pek cüzi bir miktarını söylesem canlar, mezar ve merkatlerinden baş kaldırırlar. Kulak ver! O nağmeler uzakta değil; fakat sana söylemeğe izin yok.

1930. Agâh ol ki velîler, zamanın israfil’idirler. Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler.

Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar Derler ki: Bu ses, öbür seslerden bambaşka; çünkü diriltmek Allah sesinin işidir.

Biz öldük, tamamiyle çürüdük, mahvolduk. Fakat Allah sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık.

Allah sesi ister hicab ardından, ister hicabsız gelsin…Cebrail, Meryem’e, yakasından üfleyerek ne verdiyse Allah sesi de insana onu verir.

1935. Ey derileri altında yokluğun çürütüp mahvettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle yokluktan dönün, tekrar var olun!

O ses, Allah kulunun boğazından çıksa da esasen ve mutlaka Padişahtan gelmektedir. Allah ona dedi ki: “Ben dilim, sen vücutsun. Ben senin hislerin, memnuniyet ve gazabınım,

Yürü! Benimle duyan, benimle gören sensin. Sır sahibi olmak da ne demek? Bizzat sır sensin.

Sen mademki hayret âleminde “Lillâh” sırrına mazhar oldun, ben de senin olurum. Çünkü “Kim, Allah’nın olursa Allah onun olur.”

1940. Sana bazen sensin derim, bazen de benim derim. Ne dersem diyeyim, ben aydın ve parlak bir güneşim.

Her nerede bir çırağlıktan parlasan orada bütün âlemin müşkülleri hallolur.

Güneşin bile gideremediği, aydınlatamadığı karanlık, bizim nefsimizden kuşluk çağı gibi aydınlanır.

Âdem evlâdına esmasını bizzat gösterdi. ( Âdem’i, isimlerine mazhar etti); diğer mevcudata esma, Âdem’den açıldı.

Nurunu, istersen Âdem’den al, istersen ondan…şarabı, dilersen küpten al, dilersen testiden!

1945. Çünkü bu testi, küple adamakıllı birleşmiştir; o iyi bahtlı testi, senin gibi ( zâhiri zevklerle şad değil, hakiki neşeyle neşelenmiş) tir.

Mustafa, “Beni görene benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu” dedi. Bir mumdan yanmış olan çırağı gören, yakînen o mumu görmüştür.

Bu tarzda o mumdan yakılan çırağdan başka bir çırağ, ondan da diğer bir mum yakılsa ve ta yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikal etse, sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir.

İstersen o nuru, son çırağdan al, istersen ilk çırağdan…hiç fark yok.

1950. Nuru, dilersen son gelenlerin mumundan gör, dilersen geçmişlerin mumundan.

“ Zamanınızdaki günlerde Rabbinizin güzel kokuları vardır. Kendinize gelin; o güzel kokuları almaya çalışın “ hadîsinin tefsiri

Peygamber, “Hakkın güzel ve temiz kokuları ,bu günlerde esecek,

O vakitlere kulak verin, aklınız o vakitlerde olsun ki, bu çeşit güzel kokuları alasınız, bu fırsatı kaçırmayınız dedi.

Güzel koku geldi, sizin haberiniz yokken esip, esip gitti… Dilediğine can bağışlayıp geçti. Başka bir koku daha erişti; uyanık ol ey arkadaş, uyanık ol ki bundan da mahrum kalmayasın.

1955. Ateş meşrepli olan can, ondan ateş söndürme kabiliyetini kazandı. Hoş olmayan can, onun lûtfu ile hoş bir hale geldi.

*Ateşli can, onun yüzünden söndü. Ölü, onun aydınlığından kaftan giyindi.

Bu tazelik, Tûbâ ağacının tazeliği; bu hareket, Tûbâ ağacının hareketidir. Halkın hareketlerine benzemez. Eğer bu ebedî nefha, yere göğe nazil olsa… yer ehliyle gök ehlinin ödleri su kesilirdi.

Esasen bu nihayeti olmayan nefhanın korkusundan, gökler, yeryüzü ve dağlar o emaneti yüklenmekten çekindiler. “Feebeyne en yahmilnehâ” âyetini oku da gör.

Korkusundan dağın yüreği kan olmasaydı “Eşfakne minhâ” denir miydi?

1960. Bu Allah kokusu dün gece bize bir başka türlü zuhur etti, fakat birkaç lokma geldi, kapıyı kapadı. Lokma için bir Lokman, rehin oldu. Şimdi Lokman’ın sırası; ey lokma sen çekil.

Bu mihnet ve meşakkat lokması yüzünden Lokman’ın ayağına batan dikeni çıkarın. Onun ayağında diken değil, gölgesi bile yok. Fakat siz, hırstan onu fark edemiyorsunuz. Hurma olarak gördüğünü diken bil. Çünkü, sen çok nankör, çok görgüsüzsün!

1965. Lokmanın canı, Allahnın bir gül bahçesindeyken neden can ayağı bir dikenden incinsin. Bu diken yiyen vücut, devedir. Mustafa’dan doğan da bu deveye binmiştir.

Ey deve! Sırtında öyle bir gül dengi var ki kokusundan sende, yüzlerce gül bahçesi meydana gelmiştir.

Halbuki sen, hâlâ mugeylân dikenine ve kumsala meylediyorsun. Bu arta kalası dikenden gülü nasıl toplayacaksın?

Ey bu arama yüzünden taraf taraf, bucak bucak dolaşıp duran! Ne vakte kadar “Nerede bu gül bahçesi” diyeceksin?

1970. Ayağındaki bu dikeni çıkarmadıkça gözün görmez. Nasıl dönüp dolaşabilirsin?

Ne şaşılacak şey, cihana sığmayan Âdemoğlu, gizlice bir dikenin başında dolaşıp durmakta! Mustafa bir hemdem elde etmek için geldi; “Kellimînî yâ Humeyrâ” dedi.

“Ey Humeyrâ! Nalı ateşe koyda bu dağ, lâl haline gelsin” buyurdu.

Humeyrâ kelimesi, müennestir, can da müennsi semâidir. Araplar cana müennes demişlerdir.

1975. Fakat canın müenneslikten pervası yok. Çünkü, ruhun ne erkekle bir alakası var, ne kadınla! Müzekkerden de yükselir, müennesten de. Bu, kurudan yaştan meydana gelen ruh (-u hayvanî) değildir ki. Bu can, ekmekten kuvvetlenen, yahut kâh şöyle, kâh böyle bir hale gelen can değildir.

Bu ruh hoşluk verir, hoştur, hoşluğun ta kendisidir. Ey maksadına erişmek için vesilelere baş vuran! Hoş olmayan, insanı hoş bir hale getiremez.

Sen şekerden tatlı bir hale gelsen bile o tat bazen senden gidiverir, bu mümkündür.

1980. Fakat fazla vefakârlık sebebiyle tamamen şeker olursan buna imkân yoktur. Nasıl olurda şekerden tat ayrılır, imkânı var mı?

Ey hoş arkadaş! Âşık, halis ve sâf şarabı, kendisinden bulur, onunla gıdalanırsa bu makamda artık akıl kaybolur, (bu sırra akıl ermez).

Aklı cüzi sırra sahip gibi görünürse de hakikatte aşkı inkâr eder. Zekidir bilir; fakat yok olmamıştır. Melek bile yok olmadıkça Şeytandır.

Aklı cüzi sözde ve işte bizim dostumuzdur. Ama hal bahsine gelirsen orada bir hiçten, bir yoktan ibarettir.

1985. Varlıktan fâni olmadığı için o, hiçtir, yoktur. Kendi dileğiyle yok olmayınca nihayet zorla, istemediği halde yok olacaktır. Bu da ona yeter.

Can, kemaldir, çağırması sesi de kemaldir. Onun için Mustafa “Ey Bilâl bizi dinlendir ferahlandır; Ey Bilâl! Gönlüne nefhettiğim o nefhadan, o feyizden dalga dalga coşan sesini yücelt.

Âdem’i bile kendinden geçiren, gök ehlinin bile akıllarını hayrete düşüren o nefhayla sesini yükselt!” buyurdu. Mustafa o güzel sesle kendinden geçti. Ta’rîs gecesinde namazı kaçtı.

1990. O mübarek uykudan baş kaldırmadı; sabah namazının vakti geçip kuşluk çağı geldi. Ta’rîs gecesi, o gelinin huzurunda tertemiz canları, el öpme devletine erişti.

Aşk ve can… her ikisi de gizli ve örtülüdür. Allahya gelin dediğim için beni ayıplama.

Sevgili, benim sözüme darılsaydı susardım; bana bir lâhzacık mühlet verseydi sükût ederdim.

Fakat “Söyle, bu söz ayıp olmaz. Senin sözün, gayb âlemindeki kaza ve kaderin zuhurundan başka bir şey değildir” demekte.

1995. Ayıptan başka bir şey görmeyene ayıptır. Fakat gayb âleminin pâk ruhu, hiç ayıp görür mü? Ayıp cahil mahlûka nispetle ayıptır; makbul Allahya nispetle değil.

Küfür bile yaratana nispetle bir hikmettir. Fakat bize nispet edecek olursan bir âfet, bir felâkettir.

Birisinde yüzlerce faziletle beraber bir de ayıp bulunsa o ayıp nebatatın sapı mesabesindedir.

Terazide her ikisini de birlikte tartarlar. Çünkü, nebatat ve sap… ikisi de bedenle can gibi bağdaşmıştır.

Ürünlerimizi İncelediniz Mi?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir