İçeriğe geç

Mevlana Sözleri – Mesnevi (1. Cilt – 2. Bölüm)

100. Sen, kavmin ulususun, sana müştak olmayan, seni arzulamayan bayağılaşmıştır. Bundan vazgeçmezse…”

O ağırlama, o hal hâtır sorma meclisi geçince o zatın elini tutup hareme götürdü.

Padişahın hastayı görmek üzere hekimi götürmesi Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın yanına götürdü.

Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının ârazını ve sebeplerini de dinledi.

Dedi ki: “Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harap etmişler.

105. Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler. Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda.” Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi. Hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu, dumanından meydana çıkar. İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir ama o, gönüle tutulmuştur. Âşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.

110. Âşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Allah sırlarının usturlâbıdır. Âşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten… âkıbet bizim için o tarafa kılavuzdur.

Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim… asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır.

Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, âciz kalır.

115. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı , âşıklığı yine aşk şerh etti. Güneşin vucuduna delil, yine güneştir. Sana delil lâzımsa güneşten yüz çevirme.

Gerçi gölgede güneşin varlığından bir nişan verir, fakat asıl güneş her an can nuru bahşeyler. Gölge sana gece misali gibi uyku getirir. Ama güneş doğuverince ay yarılır (nuru görünmez olur).

Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur. Baki olan can güneşi öyle bir güneştir ki, asla gurub etmez.

120. Güneş, gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür.

Ama kendisinden esîr var olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarda da benzer olamaz. Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin!

Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi. Onun adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vacip oldu.

125. Can, şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden koku almış! “Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden tekrar bir hali söyle, anlat.

Ki yer, gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha fazla sevince, neşeye dalsın” (diyor). “Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı, onu öğmekten âcizim.

Ayık olmayan kişinin her söylediği söz — dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın — yaraşır söz değildir.

130. Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil! Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana kadar bunu bırak!”

(Can) dedi ki: “Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit keskin bir kılıçtır.

Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vakit oğludur (bulunduğu vaktin iktizasına göre iş görür). “Yarın” demek yol şartlarından değildir.

Sen yoksa sûfî bir er değil misin? Vara, veresiyeden yokluk gelir”.

135. Ona dedim ki: “Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek daha hoştur. Sen, artık hikâyelere kulak ver, işi onlardan anla!

Dilbere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur.”  O, “Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak… gizli anmaktan iyidir. Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam” dedi.

Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın,ne kucağın kalır, ne belin!

140. İste ama, derecesine göre iste; bir otun, bir dağı çekmeye kudreti yoktur. Bu âlemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti!

Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i Tebrizî’den bundan fazla bahsetme. Bunun sonu yoktur; sen yine hikâyeye başla, onu tamamlamana bak.

O velînin, halayığın hastalığını anlamak için padişahtan halayıkla halvet olmayı dilemesi (Hekim) dedi ki: “Ey padişah, evi halvet et, yakını da uzaklaştır.

145. Köşeden , bucaktan kimse kulak vermesin de ben bu cariyecikten bir şeyler sorayım.” Oda boşaldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı.

Hekim tatlılıkla, yumuşak yumuşak dedi ki: “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilâcı başka başkadır.

O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısın?

Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati soruyordu.

150. Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor.

İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile ıslatır.

Ayağa batan dikeni bulmak, bu derece müşkül olursa, yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver! Her çer çöp (mesabesinde olan,) gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi? Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar.

155. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lâzım. Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve yüz yerini daha yaralar.

O diken çıkaran hekim, üstaddı . Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu. Halayıktan hikâye yoluyla dostların ahvalini sormaktaydı.

Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi.

160. Hekim, kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekteydi. Nabzı, kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur(diyordu).

Memleketindeki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı. “Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?”dedi.

Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının atması başkalaşmadı.

165. Efendileri ve şehirleri birer birer saydı; o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi.

Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı.

Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabiî haldeydi fazla atmıyordu. Semerkand’ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkand’lı bir kuyumcudan ayrılmıştı. O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına erişince:

170. “Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprü başında, Gatfer mahallesinde” dedi. Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim; Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;

Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim;

Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa yine sakla;

175. Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl olur;dedi. Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.”

Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir.

Altın ve gümüş gizli olmasalardı… madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi? O hekimin vaitleri ve lûtufları hastayı korkudan emin etti.

180. Hakiki olan vaitleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaadler ise insanı ıstıraba sokar.

Kerem ehlinin vaitleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaitleri ise gönül azabıdır.

O velînin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arzetmesi

Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti, padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti.

Dedi ki: “Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim. Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat.”

*Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti.

185. O tarafa ehliyetli, kifayetli, âdil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.

Padişahın, kuyumcuyu getirmek üzere Semerkand’e elçiler yollaması O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’e kadar geldiler.

Dediler ki: “Ey lûtuf sahibi üstad, ey marifette kâmil kişi! Öğülmen şehirlere yayılmıştır. İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte) pek büyüksün, pek kâmilsin.

Şimdicek şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedimlerinden olursun.”

190. Adam; çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı. Adam, neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti.

Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!

Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü bir kazaya giden! Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail “Git, evet, muradına erişirsin” demekte!

195. O garip kişi yoldan gelince, hekim, onu padişahın huzuruna götürdü;

Güzellik mumunun başı ucunda yakılması için onu, padişahın yanına izzet ve ikramla iletti. Padişah, onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti.

Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire ver; Ki visali ile iyileşsin, visalinin suyu o ateşi gidersin.”

Ürünlerimizi İncelediniz Mi?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir