İçeriğe geç

Mevlana Sözleri – Mesnevi (3. Cilt – 44. Bölüm)

4300. Vakit var, tertemiz ve gür su da akıp gidiyor. Sudan ayrılırsın, ayrılık seni şahrem şahrem eder…bundan önce davran da, Âbıhayat’la dolu olan ırmaktan su içmeye bak…iç de senden nebatlar bitsin! Ey gafil susuz, biz velilerin sözlerinden Hızır’ın Âbıhayat’ını içmekteyiz, gel! Bu gür suyu görmüyorsan bari körler gibi gel de testini suya daldır. Bu ırmakta su var, bunu duydun ya… köre, taklitle iş yapmak gerek!

4305. Suyu sayıklayıp duran testini ırmağa daldır… daldırınca ağırlaştığını anlarsın… Anlarsın da su olduğuna inanırsın, gönlün o zaman bu kuru taklitten kurtulur. Kör, ırmak suyunu açıkça göremez ama testinin ağırlaştığını anlayınca su olduğunu bilir. Çünkü testi önce hafift,i ırmağa daldırılınca ağırlaştı, içi hayli suyla doldu. Evvelce her yel beni kapıp beni götürürdü, fakat şimdi ağırlaştım” beni yel kapamaz artık.

4310. Akılsız kişileri her türlü yel kapıp gider. Çünkü onların kuvvetleri sağlam değildir. Kötü ve hayırsız adam, lengersiz gemidir; ne demir atmıştır, ne bir yere bağlıdır; deli rüzgârlardan kurtulamaz ki. Akıllıya emniyet ve huzur veren akıl lengeridir… akıllılardan bir lenger dilen! İnsan, o cömertlik denizinin inci hazinesinden akıl, fikir kazanırsa Bunların yardımıyla gönlü marifetler elde eder, gönüllükten çıkar, yücelir… gözleri de nurlanır.

4315. Çünkü nur, gönülden doğar da bu göze vurur. Gönül olmasa gözün hiç bir şey göremez. Gönül, akıl nurlarıyla nurlanırsa o nurlardan göze de bir pay verir. Bil ki gökten inen mübarek su, gönüllere gelen vahiydir, dillere gelen doğru sözlülüktür. Biz de tay gibi ırmaktan su içelim de bizi kınayan vesveseciye bakmayalım, aldırış etmeyelim. Peygamberlerin izini izliyorsan yola düş, halkın bütün kınamalarını hava say!

4320. Yol aşan, menzil alan yol erleri ne vakit köpeklerin havlamasına kulak astılar? Konuk öldüren mescit hikâyesinin sonu O tertemiz aslan adama mescitte neler göründü? Sen onu söyle yine! Mescitte, suya gark olmuş adam nasıl uyursa öyle uyudu. Gam denizine batmış âşıkların uykusu, daima kuş ve balık uykusudur. Gece yarısı korkunç bir sestir geldi:” Ey kendisine fayda dileyen, geleyim mi, geleyim mi?

4325. Bu şiddetli ses tam beş kere geldi, korkudan adamın yüreği çatlıyor, paramparça oluyordu. “ Onları atlı, yaya askerlerinle çağır “ âyetinin tefsiri Sen de din yoluna girmeyi, o yolda çalışmayı kurarsın ama şeytan, içinden seslenir: “ A sapık, o yola gitme, eziyetlere düşer, yoksul olur, kalırsın. Dostlarından ayrı düşer, hor hakir bir hale gelir, pişman olursun!” Sen de o melun Şeytan’ın sesinden korkar, yakinden kaçar, sapıklığa düşersin.

4330. “ Hele yarın, hele öbür gün din yoluna girer, koşar, yürürüm… daha önümüzde vakit var” dersin. Sağdan, soldan ölümün gelip çattığını görürsün… komşuların ölür, evlerinden feryatlar yücelir. Derken yine can korkusuyla din yoluna girmeye niyetlenir, bir an olsun kendini adam edersin. Ben korkup ayağımı geri çekmem diye ilimden, hikmetten silahlar kuşanırsın. Bu sırada şeytan yine hileye sapar, seslenir:” Bu kulluk kılıcından kork, geri dön! “

4335. Yine korkar, aydın yoldan kaçar, o ilim ve hüner silâhlarını atarsın. Yıllardır bir ses, bir bağırış yüzünden ona kulsun… hırkanı böyle bir karanlığa atmışsın. Şeytanların bağırışlarındaki heybet, halkı kıskıvrak bağlamış, boğazlarını sıkmıştır. Onların canları, nura kavuşmaktan öyle meyus olmuştur ki kâfirlerin ruhları da kabirdekilerin dirilmesinden ancak o kadar meyustur. O melunun sesinin heybeti bu olursa gayrı Allah’nın sesindeki heybet ne olur?

4340. Doğandan aslı, nesli belli olan keklik korkar. Sineğe o korkudan pay yoktur. Çünkü doğan, sinek avlamaz ki… sinekleri ancak örümcekler avlar. Şeytan örümcek, senin gibi sineğe galiptir. Keklikle, karakuşla işi yok! Şeytanların bağırışları, kötü kişilere çobanlık eder. Padişahın sesiyse velîlerin bekçisidir. Bu suretle birbirinden uzak olan bu iki ses birbirine karışmaz… tatlı denizden bir katra bile acı denize taşmaz. Gece yarısı mescitteki konuğa tılsım sesinin gelmesi

4345. Şimdi o şiddetli ses hikâyesini dinle. O iyi bahtlı konuk, sesi duyunca yerinden bile kıpırdamadı. Dedi ki: “ Bu ses, bayram davulu sesi… neden korkacakmışım? Tokmağı yiyen davul; o korksun! Ey kalbi olmayan boş davullar, can bayramınızdan kısmetiniz, tokmaktan ibaret. Kıyamet bayramında dinsizler davul… bizse gül gibi gülmekteyiz, bayrama erişenlere benziyoruz. Şimdi duy da bak, bu davul nasıl ses vermekte… devlet tenceresi nasıl kaynamakta*

4350. O er, davulun sesini duyunca “ Gönlüm, bayram davulundan nasıl olur da korkar?” dedi. Kendi kendisine dedi ki: “ Gönül, titreme, korkma… yakine erişmiş kötü gönüllülerin canları öldü gitti. Haydar gibi ya ülkeyi zaptederim ya canım bedenimden gider.” Yerinden fırladı bağırdı: “ Ey ulu adam, işte buracıkta hazırım; hadi, ersen gel!” Tılsım, hemencecik bozuldu, her taraftan ulam ulam altın dökülmeye başladı.

4355. Öyle altın döküldü ki oğlancağız, kapının bile kapanıp açılmayacağından korktu. Ondan sonra o kuvvetli aslan kalktı, ta seher çağına kadar altını dışarıya taşımakla uğraştı. Altınları gömmekte, sonra yine gelip çuvallara, torbalara doldurarak dışarıya götürmekteydi. O canıyla oynayan er, gerisin geriye çekilip kaçan korkakların rağmine definelerine sahip oldu. Her kör ve hakikatten uzak kalmış altına tapan kişinin hatırına bu hikâyeyi duyunca derhal zâhiri altın gelir.

4360. Çocuklar saksıları kırar, o kırık parçalara altın adını takar eteklerine koyarlar. Oyun oynarken o parçalara altın adını taktın ya… artık ne vakit altın desen çocuğun aklına saksı kırıkları gelir. Fakat erlerin kastettikleri altın ne o altındır, ne bu altın. Onlar üstüne, Allah’nın adı basılmış hakikî altını kastederler. O altın, ne kesada uğrar, ne ziyana… ebedî ve daimîdir. O altın, öyle bir altındır ki bu zâhirî altın, parlaklığını ondan almış, kadir ve kıymeti ondan bulmuştur. Gönül, o altından ganileşir… parlaklık ve aydınlıkta aydan bile üstündür.

4365. O mescit, bir mumdu, adamda pervane… o pervane huylu, âdeta canıyla oynamaktaydı. Ateş, kanadını yaktı ama daha güzel kanat ihsan etti. O ateşe atılma, âşıka pek kutlu geldi, pek! O bahtı kutlu, Musa’ya benziyordu. Ağacın civarında bir ateştir, görmüştü. Allah, ona birçok inayetlerde bulunmuştu… o, gördüğünü ateş sanıyordu ama nurdu. Oğul, sen de Allah erini görünce ondan insanlık ateşi var sanıyor, onu insan görüyorsun.

4370. Sen, onu kendiliğinden insan görüyorsun, halbuki o sıfat sende… bâtıl zannın ateşi de bu tarafta, dikeni de! O, Musa’nın ağacıdır; o, ışıklarla dopdoludur. Bir kerecik olsun ona ateş deme de nur de! Bu dünyadan vazgeçmek de ateş görünmedi mi? Fakat salikler o makama gittiler, bu âlemi terk ettiler de anladılar ki nurdan ibaretmiş! Bil ki din mumu yücedir, ateşten ibaret olan mumlara benzemez. Bu zâhirî mum nur görünür, fakat sevgiliyi yakar… din mumuysa sureta ateş görünür, fakat ziyaretçilere gül kesilir!

4375. Bu zâhirî mum çok işler bitirir, fakat hakikatte adamı yakar. Din mumuysa vuslat zamanı gönül aydınlatır. Allah’ya lâyık olan pak nurun şulesi, ona ulaşanlara nur görünür ama ondan uzak kalanlara ateş gibidir. O âşıkın Sadr-ı Cihan’la buluşması O Buhara’lı âşık da kendisini muma atmıştı. O zahmet, aşkı yüzünden kendine kolay gelmekteydi. Her şeyi yakıp yandıran ahı, göklere yüceliyordu. Sadr-ı Cihan’ın gönlüne merhamet gelmişti.

4380. O bir suç işledi, biz de o suçu gördük. Fakat “ Ey Allah, acaba o avaremizin hali nasıl? Bir seher vakti kendi kendisine diyordu ki merhametimizi adamakıllı bilmiyordu ki. Suçlu kişinin gönlüne bizden bir korkudur var… fakat korkusunda yüzlerce ümit gizli. Ben utanmayan ve korkmayan kişiyi korkuturum. Zaten benden korkanı neye korkutayım. Ateş, soğuk tencerenin altına konur; kaynayan coşkunluğundan baştan çıkan tencerenin altına değil! Benden emin olanları bilgimle korkuturum; korkanlarınsa korkularını teskin ederim.

4385. Ben yamacıyım, yamanması icap eden yeri yamarım. Herkese nabzına göre şerbet veririm. Kişinin sırrı ağacın köküne benzer. Yaprakları, o kökten feyz alırda kupkuru gövdesinden çıkar, yeşerir. Yapraklar, köke göredir. Ağaçta böyle olduğu gibi nefislerle akıllarda da böyledir. Vefa ağaçlarından göklere yücelmiş kollar, kanatlar var… kökleri yerli yerinde de ferileri gökte. Aşk yüzünden gökte kollar, kanatlar meydana gelirde Sadr-ı Cihan’ın gönlüne nasıl merhamet gelmez.

4390. Gönlünde o suçu affetme denizi dalgalanmaya başladı…zaten gönülden gönüle pencere vardır! Gönülden gönüle pencere olduğu muhakkak. İki gönül iki ten gibi birbirinden ayrı ve uzak kalamaz. İki kandilin yağ konan kapları birbirine bitişik değildir ama ışıkları katışmış birleşmiştir. Hiçbir âşık yoktur ki sevgilisinin vuslatını arasın. Dilesin de sevgilisi onu aramasın, dilemesin! Fakat aşk, âşıkların vücutlarını inceltir, zayıflatır… sevgililerin vücutlarını ise güzelleştirir, semirtir.

4395. Bu gönülden sevgi ve şimşeği çaktı mı bil ki o gönülde de sevgi vardır. Gönlünde Allah sevgisi arttı mı şüphe yok ki Allah seni seviyor. Tek elin sesi çıkmaz. Öbür elin olmadıkça, iki elin birbirine vurulmadıkça ne ses çıkar, ne seda! Susuz, ey tatlı su diye ağlar, inler ama su da nerede o susamış, diye ağlar, inler! Bizdeki bu susuzluk suyun bizi çekmesinden ileri gelir… biz suyunuz, su bizim.

Ürünlerimizi İncelediniz Mi?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir